Yalnızlık artık somut bir halk sağlığı sorununa dönüştü. Yapılan istatistikler, 'çok yalnızım' diyen kişilerde kronik hastalık riskinin yüzde 26 daha fazla olduğunu gösteriyor. Bu durum, günde bir paket sigara içmek kadar bedenimize hasar veriyor.
Kendini eve kapatan, hatta tuvalete bile gitmekte zorlanan "Hikikomori" benzeri vakalarda da ilk olarak altta yatan biyolojik bir neden olup olmadığının araştırılması gerekiyor. Bu gençlerde öncelikle depresyon ve otizm spektrum bozukluğu gibi sosyal iletişim güçlükleri olup olmadığı taranıyor.
Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, 'Sessiz Salgın: Hikikomori Yalnızlık Hastalığı' konusunu değerlendirdi.
Kendini eve hapsetme
Japonca kökenli bir kavram olan 'Hikikomori'nin 'kendini izole etme sendromu' ya da 'sosyal geri çekilme bozukluğu' şeklinde tanımlanabileceğini ifade ederek, "Özellikle ergenlik döneminde ortaya çıkan bu durum, ilk olarak 1990'lı yıllarda Japonya'da tanımlanmış; başlangıçta Japon kültürüne özgü sanılsa da günümüzde küresel bir sorun halini almıştır.
Japonca kökenli bir kavram olan 'Hikikomori', "hiki" kaçınma, "komori"nin ise içe kapanma ya da kendini eve hapsetme anlamına geliyor. Türkçeye kavramsal olarak 'kendini izole etme sendromu' ya da 'sosyal geri çekilme bozukluğu' şeklinde çevrilebilir. Özellikle ergenlik döneminde ortaya çıkan bu durum, ilk olarak 1990'lı yıllarda Japonya'da tanımlanmış; başlangıçta Japon kültürüne özgü sanılsa da günümüzde küresel bir sorun halini almıştır.
Hikikomori'nin temel belirtileri şöyle; kişi sosyal ortamlardan uzak durur, evden çıkmak istemez, kendini eve kapatır, sadece fiziksel olarak değil, duygusal ve zihinsel olarak da içe kapanır, sosyal etkileşimleri neredeyse sıfıra indirir; neşeli görünebilir ama içsel olarak izoledir, sanal oyunlara aşırı düşkünlük görülür, özellikle okul ve iş gibi yapısal sorumluluklardan uzak dururlar, ev tek güvenli alan haline gelir ve anne babaya bağlılık vardır, ancak bu bağ mesafeli ve çelişkilidir; aile bireylerine duygusal yakınlık göstermez ama onlardan da kopamaz.
Aşırı korumacı anneler ve işiyle meşgul, mesafeli babaların çocukları
Bu durum 6 ay veya daha uzun sürdüğünde tanı konulabiliyor. Japonya'da geliştirilmiş 25 soruluk bir değerlendirme ölçeği vardır; Türkiye'de de 8 soruluk bir uyarlaması mevcuttur. Bu sendrom, depresyonun alt türlerinden biri olarak değerlendirilir.
Bu çocuklar genellikle aşırı korumacı anneler ve işiyle meşgul, mesafeli babaların çocukları oluyor. Aşırı korumacılık, çocuğun sorumluluk almadan büyümesine neden olur. Küçük yaşta yeterli sorumluluk verilmeyen çocuklar, dış dünyaya karşı güvensiz hale gelir. Ayrıca bu çocukların ilgi alanlarının sınırlı olması, zihinsel gelişimlerini daraltır.
Ebeveynlerin çocuğu çeşitli sosyal etkinliklere yönlendirmesi, oyun, sanat, doğa gibi çok yönlü alanlarda deneyim kazandırması çocuğun beyin gelişimini ve dayanıklılığını artırır. Sorumluluk almayan çocuklar çalışma eyleminin getirdiği tatmini de tanıyamaz. Oysa ev işlerine katkı sağlamak, bir büyüğe yardımcı olmak bile çocuğun gelişimi açısından oldukça önemlidir.
Süreç ilerledikçe okul ve akran reddi gelişiyor
Bu çocukların yetiştiği ailelerde sıklıkla sağlıklı iletişim eksikliği görülüyor. Evde çatışmalar küçük bir sorundan bile büyük gerilimlere dönüşebilir. Bu durumda çocuk kendine odasında bir güvenli alan oluşturur ve zamanla sosyal izolasyonu normalleştirir. Süreç ilerledikçe okul reddi ve ardından akran reddi gelişir.
Normalde 10 yaş sonrası çocuk için akran ilişkileri anne-babadan daha önemli hale gelirken, bu çocuklar akranlarından da kaçınır. Bu durum onları akran zorbalığına açık hale getirir ve yalnızlık döngüsünü derinleştirir. Nitekim Japonya ve İngiltere, yalnızlık bakanlığı kurarak bu duruma dikkat çekmiştir. Artık sadece bireysel değil, toplumsal boyutta bir sorun haline gelmiştir.
Anne babaya bağlı değil bağımlı hale geliyorlar
Bu çocuklar genellikle sosyal medya ve dijital ortamlar aracılığıyla sahte bağlar kuruyor. Gerçek ilişkilerden uzak, yüzeysel, geçici ve yapay övgülerle tatmin olurlar. Bu sahte bağlar çocuklara sahte bir 'değerli olma' hissi verir. Gerçek ile sahte arasındaki farkı ayırt edemedikleri için de bu ortamları daha güvenli görürler. Anne babanın aşırı eleştirel ya da yargılayıcı tutumu, çocuğun evde bile kendini bir mahkeme salonunda gibi hissetmesine neden olur.
Bu nedenle çocuk, daha çok dijital dünyada bağlantı kurmaya yönelir. İnsan bağ kurmadan yaşayamaz; çocuk da sanal bağlarla bu boşluğu doldurmaya çalışır. Ancak bu bağlar yapaydır ve yalnızlık hissini daha da derinleştirir. Yalnız kalmak zamanla bir alışkanlık haline gelir ve sahte bir huzur hissi yaratır. Bu durumun sonunda çocuk, anne babaya bağlı değil bağımlı hale gelir ve süreç ilerledikçe onları da reddetmeye başlar.
Kronik yalnızlık çeken kişilerin beyninde erken yıpranma oluyor
Özellikle pandemi sonrası gençlerde artan ve okul reddi gibi sorunlarla kendini gösteren kronik yalnızlık, beyinde somut ve ölçülebilir hasarlara yol açıyor. Yapılan araştırmalar, kronik yalnızlık çeken kişilerin beyninde; bellek alanı olan hipokampus, duyguları düzenleyen anterior singulat korteks ve anlamlandırmayla ilgili bölgelerin fiziksel olarak küçüldüğünü gösteriyor. Bu durum kişileri erken yıpranmaya ve ruhsal bozukluklara karşı savunmasız bırakıyor.
Yalnızlığın yarattığı sürekli stres, gen ifadesini bozarak vücudun "tehlike olmadığı halde tehlike var" sinyali vermesine ve tiroit gibi otoimmün hastalıklara yol açıyor. Aile içi iletişimin zayıf olduğu, kuralların nezaketle dengelenemediği ortamlarda büyüyen gençler bu riske daha açık oluyor. Çözüm, çocuklara sağlıklı iletişim ve problem çözme becerilerinin öğretilmesinde yatıyor.